Yazar Rumuzu: filozof 1995
Eser Sıra Numarası: 120217eser02
HAYAT SINAVI
“Anne, ben
bakamayacağım sonucuma. Haydi sen gir bak”. Kısa süreli bir sessizliğin
ardından çocuğun annesi, sonuçların açıklandığı siteye girdi, yüzünde boş bir
ifade vardı. Bu üzüntünün verdiği dehşet miydi, yoksa sevincini nasıl göstereceğini
bilememenin bir göstergesi midir, bilinmez, yerinden aniden sıçradı ve oğluna
sarıldı “Aslan oğlum, bu kadar emek verdin. İşte şimdi istediğin
üniversitedesin!” Aman Tanrım! Uğruna sabahlara kadar çalıştığı, daha çok soru
çözüp daha iyi hazırlanmak için evden dışarı adımını bile atmadığı,
hayallerindeki üniversite. “Annem, bana biraz izin verir misin? Galiba bunu
sindirmem biraz zaman alacak.” dedikten sonra, odasına geçti ve sınavdan önceki
günlerinin uzun bir bölümünü geçirdiği sandalyesine oturdu. Bu sessizlik içinde
biraz düşünme fırsatı buldu ki çocuk, kendisine tek tek sorular sormaya
başladı: “Acaba arkadaşlarımdan hangileri benimle beraber okuyacak?”, ama dur
bir dakika, hangi arkadaşlar? Yapamadığı soruları sorduğu insanlar arkadaşı sayılır
mıydı? “Hani, neydi adı çocuğun? Böyle esmer biriydi, bak iyi de fizik çözerdi;
ama adını hatırlamıyorum.”. Çocuk, o an fark etti ki teneffüste oturup soru
çözmekten, sınıftaki diğer öğrencilere soru sormaktan hiç arkadaş edinme
fırsatı bulamamıştı. “Aman! Lise geçti gitti artık. Nasıl olsa üniversitede
arkadaş edinirim elbet. Çok basit değil mi? Ortak konuşacak bir konu buldum mu,
tamamdır.” Yine o acı duraksamayı
yaşadı, hangi ortak konu? Bugüne kadar hiçbir sosyal faaliyetin içinde
bulunmamıştı: Ne spor, ne sanat, ne de başka bir kültürel alan… İnsanların yanına gidip de “Şu m.g.h+1/2.m.V²
enerjisine sahip uçağa bakar mısınız arkadaşlar?” mı diyecekti. Annesinin
yüzündeki anlamsız ifade bu sefer onun yüzünde belirmişti, hem de onu içten içe
boğan bir duyguyla: “Ben kendime bunca sene boyunca ne yaptım? Bundan sonra ne
yapacağım ben?”Yukarıda
anlattığım çocuğa yazımın en sonunda döneceğim; ama önce olayların öncesini
anlamalıyız. Ben size bu çocuğun neden bu hale geldiğini, onu bu hale
getirenlerin kim olduğunu ve bundan sonra da ona ne olacağını anlatmak
istiyorum; fakat önce bir lise öğrencisi olmak ne demek, bizim için hayat ne
ifade ediyor bunu bilmeniz lazım.
Bir
lise öğrencisi olmak, dünyadaki en garip hislerden biridir. Mesela, tam sekizinci
sınıftaki o “Okulun ağabeyi” havasına girmişken, bir anda “Okulun çömezi”
olduğunuz güzide yerdir lise, bir anda ne olduğunuzu şaşırırsınız okulunuza ilk
girdiğinizde. Lise, benim için daha birçok şey ifade eder: Mesela lisede bir
genç olmak hayatla yüz yüze kalmaktır. Artık sizin derdiniz bilgisayar
oyununuzun ek paketinin çıkıp çıkmaması değildir. İlk kez lisede “Ben kimim?”
ve “Ben ne olmak istiyorum?” sorularını sorarsınız kendinize ciddice.
Hayatınızın önemli bir bölümü hangi mesleği seçeceğiniz ile ilgili soruları
dinlemek ve bunlarla ilgili tavsiyeleri duymak ile geçer. Liseli olmak,
sabahlara kadar ödev yapmak, sınavlara delicesine çalışmak ve karnende iyi notlar
getirmeye çalışmaktır.Lisede olmak, haftada kırk saat FM derslerini görürken,
sadece iki saat beden eğitimi yapmaktır. Bu durumlar maalesef tüm lise
gençlerinin başına gelir; ama unutmamalıyız ki bizim bir de “sosyal
hayatlarımız” var. Lisede olmak, bazen arkadaşlarınızla kimseyi umursamadan
eğlenmek, bazen 10 dakikalık bir teneffüs arasına 90 dakikaya bedel bir maçı
sığdırabilmek, bazense koridorlarda anlamsızca bağırarak koşmaktır. Demek
istediğim hayatımızın dört senesini geçirdiğimiz bu yer bize sadece ders değil
hayatı da öğretmelidir.
Peki,
hayat nedir bizce? Biz gençler, hayata birçok anlam yükleyebiliriz. Sahilde
oturup bir şiir yazmak, arkadaşlarımızla güzel sohbetler ettiğimiz anların
tadını çıkarmak, güzel bir yemeğin nasıl yapılacağını öğrenmek ve daha
nicesidir hayat. Tıpkı C. Pavese’nin de dediği gibi “Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.” Yani elbette
yaşamak, hayatta kalmak için iyi bir okul okuyup, iyi ve saygın bir meslek
edinmek ve geçimimizi sağlayacak ücreti kazanmak zorundayız; ancak hayat sadece
dersler, okullar, puanlar ya da ne kadar kazandığınızdan ibaret değildir. Biz
bir birey olarak nelerden hoşlanıyoruz, neler yapmaktan haz alıyoruz, biz hangi
yeteneklere sahibiz, yani kendimi aramak olmalı amaçlarımızdan biri.Bu da bizi
Montaigne’nin sözüne getiriyor: “Hayatın
değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.” Ben, 30 yaşına
geldiğimde arkaya dönüp de şunu sormak istemiyorum kendime: “Mutlu olmak,
hayatı daha güzel yaşamak için kendime ne kattım?” Ne kadar acı bir soru değil
mi? O saatten sonra asla geri dönüşü olmayan bir pişmanlıktır bu. Bu paragrafın
sonunda şu konuya geçmek istiyorum: Aldığımız eğitim bizim iyi yaşamamızı
sağlıyor mu?
Eğitim,
TDK sözlüğünde şöyle geçer: “Çocukların
ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri
ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya
dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye”. Dikkatinizi “toplum
yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde
etmelerine…” diye devam eden kısma çekmek istiyorum. Yani eğitim, sadece meslek
edindirmeye yönelik derslerden oluşmamalı. Aksine bireyin kendini toplum içinde
kabul ettirmesine, saygı görmesine ve insanlığın temel doğasında bulunan
iletişim kabiliyetini kullanmasına yardımcı olacak dersler de lazım. Daha basit
kelimelerle anlatırsam: Öğrenci, öyle dersler almalı ki, konuşup kendini ifade
etsin, insanlarla kaynaşıp anlaşsın ve genel kültürünü geliştirebilsin. Nedenlerini
yazımın devamında açıklayacağım düşüncemi şimdiden belirteyim: Lise müfredatı
gençleri hayata hazırlamada eksik kalıyor ve bu sistem devam ederse de bir daha
nice nesilleri harcayacağız gibi görünüyor; ancak ben burada suçlu bu müfredatı
hazırlayan bakanlık, okul, öğrencinin ailesi ya da öğrenci demek istemiyorum.
Ben suçlu bu dört grup demek istiyorum. Neden mi? Dilerseniz önce bakanlıktan
başlayalım:
Türkiye’nin
kaçınılmaz korkulu rüyası, hayatımızın ne yöne doğru gideceğini, maalesef,
belirleyen “Çılgın İkili”: YGS-LYS. Bu sınavlardan al birini, vur ötekine.
Öğrencilerin üniversiteye girmesi, en azından Türkiye’nin sayılı alanlarından
bir tanesi için bu sınavlardan hayli yüksek puanlar almaları gerekmektedir.
Dahası sadece bu yetmiyor, bir de okul notlarımızı da yüksek tutmamız şart. O
zaman da iyi bir okul puanı gelir.
Bu sınav sisteminde gençlerin sosyal yanlarını
geliştirmeleri için hiçbir teşvik yok. Yani “ot gibi yaşayıp, nefes almadan
çalışan, hiçbir arkadaşlık ilişkisi geliştirmeden, kendine hiçbir kültür
kırıntısı bile katmayan, gözü dersten başka bir şey görmeyen” benim zeka küpü
arkadaşlarım bu sınavdan yüksek puanlar alıp, sözde “Türkiye’nin geleceği”
olacak. Yani bu müfredatı hazırlayıp, bu sınav sistemini getiren bakanlık
unutmamalıdır ki: Onlar bize aklı başında, başarılı ve girişken bir nesil değil;
robotlar ordusu yaratıyor.
Yeri
gelmişken şunu da söylemek lazım, evet ben eğitimin kesinlikle gerekli olduğunu
düşünüyorum. Her ne kadar sosyal dersler kısıtlı olsa da, oluşturulan müfredat
bize mesleki temel oluşturacak bilgileri sağlıyor. Ama şunu bilin ki, ben
bilginin fazlasına değil, gereksiz olarak verilenine karşıyım. Yani ben bir
avukat olacaksam, benim ne işim olur tek hücrelilerin sınıflandırılmasıyla?
Benim avukatlık kariyerime nasıl bir artısı olacak ki bunun? Müfredat,
öğrenci-kariyer endeksli hazırlanmalıdır diye düşünüyorum.
Peki
okul bu işin neresinde? Özel bir okulda okuyorum ve hepinizin tahmin
edebileceği gibi bu değirmen de parayla dönmek zorunda. Veliler okulun nesi
için geliyor? Hiçbir velinin bugüne kadar “Çocuğumun sosyal ilişkileri gelişsin,
kendini bir birey olarak yetiştirsin” diye çocuğunu özel okula verdiğini
duymadım. Öncelikle veli, o sene gazetede yayınladığınız başarı listesi ne
kadar şaaşalıysa, o listede ne kadar derece varsa çocuğunu sizin okulunuza kaydettirecektir.
Dahası daha çok ders saati demek, çocuğu o kadar fazla ders çalışacak demek.
Sonuç ne? Sonuç, o listeyi daha da kabarık göstermek için başarılı öğrencilere
yarış atı muamelesi yapmak, onlara daha da yüklenmek, hatta okulunu velilere
güzel gösterecek ya o başarı listesinde, bir de hızını alamayıp onların kulüp
saatlerini almaktır.Atalarımız ne demiş? “Yiğidi
öldür;ama hakkını ver”. Bugünlerde okullarda öğretmenler ekstra bir çaba
sarf etmektedir, sırf bizler daha iyi okullarda okuyalım diye. Peki bakanlık bu
sistemin öğretmenlere de yük olduğunun farkında değiller mi? Onu geçtim, kulüp
saatini alan bazı okulllar sürekli şunu söylemektedir: “Biz kendimizi
düşünmüyoruz, hep sizin iyiliğiniz için”; fakat benim iyiliğimi düşünen sayın
okullar, siz benim gelecekte konuşacak hiçbir şeyi olmayan, kendini ifade
yeteneği ve hakkı elinden alınmış mağara adamı mı olmamı istiyorsunuz?
Gelelim
saygıdeğer velilerimize… Öncelik hepiniz ellerinden ayaklarından öpülecek
insanlarsınız. Bu sınav sisteminde, elinizden geldiğince her türlü fedakarlığı
yapıyorsunuz: Üstünüze yeni kıyafet almazsınız, çocuğun özel dersine; yazın
tatilinizi yarıda kesersiniz, vay efendim çocuğumuzun dershanesi erken açılacak
gibi iyilikleri biz hep sizlerden gördük. Şimdi bu yapılan iyiliklerin hepsi
çok güzel, haklısınız; ama bazen iyilik yaptığınızı düşündüğünüzde, inanın kaş
yaparken göz çıkarıyorsunuz. Mesela bizi başka arkadaşlarımızla kıyaslamak ya
da “Bak, bu sene dershaneye şu kadar para verdim, aman oğlum/kızım ne olur çok
çalış.” ve ya “Sınavı da geçemezsen, artık seni tamirciye veririm.” (Hala bunu
yapan ebeveynler var mıdır bilemiyorum tabi). Veli emeğinin karşılığını görmek,
göğsünü gururla gere gere yürümek isterken okulun düştüğü duruma düşüyor,
mağdur yine çocuk oluyor.
Son
olarak da öğrenci arkadaşlarım. Hepimiz kabul etmek zorundayız ki, bizi
bekleyen çok ama çok önemli bir sınav var. Bunu kimse inkar edemez. Okul
notlarımız, dershane denemelerimiz, sözlü notları derken sınava yavaş yavaş
yaklaşıyoruz. İyi bir okulun yolu elbette iyi bir sınav puanından geçiyor,
bunun için de hepimiz bazı fedakarlık yapabileceğimiz aktivitelerimizi seçip,
onlardan vazgeçip, derslere ağırlığımızı koyuyoruz. Bu tabiî ki de bizi
rahatlatan ve doğru yolda olduğumuzu hissettiren şeydir; ancak atladığımız bir
nokta var: İyi bir okul demek her zaman iyi bir meslek hayatı ve iyi bir sosyal
hayat demek değildir. Kendini yetiştirebilen, kendine birçok alandan bir şeyler
katabilen her zaman yarışa önde başlar. Bugün birçok başarılı iş adamına
baktığınızda, bazıları çok da iyi okullardan mezun değilken, bazıları ise okulu
bırakmış; ama kendine yüklediği değerler, okulda aldığı derslerin önüne geçmiş
ve bu durum onları toplumda sivriltmiştir. Bize sürekli fırsatlar sunuluyor,
mesela kulüp saatleri kendimizi ve genel kültürümüzü geliştirmek; beden eğitimi
saatleri zihinsel yorgunluğumuzu atıp, fiziksel dinçlik sağlamak; hatta
teneffüsler ise bizim diğer insanlarla iletişimimizi geliştirip, onlarla
kaynaşmak için mükemmel bir fırsattır. Şu ana kadar hiçbir alan dersinden
bahsetmedim değil mi? Yani ders çalışman bölünmedi; ama sen bu saatlerde soru
çözmeye, etüt almaya gittin ve bu saatleri verimli kullanamadın. Unutma:
YGS-LYS’den sonra bir de seni bekleyen “hayat
sınavı” var. “Hayat sınavı” öyle bir sınavdır ki, ansızın pat diye çıkar
karşına. Ona çalışma imkanın yoktur; her an bu sınava tabi tutulabilirsin.
Belki bir arkadaş ortamında, belki bir iş görüşmesinde gelebilecek bir soru,
hem hayat sınavından seni sınıfta bırakacak, hem de YGS-LYS için verdiğin onca
emek boşa gidecek. Benim sana tavsiyem: Anı iyi değerlendir ve kendini
geliştirebildiğin kadar geliştir.
Sözlerimi
bitirirken, favori filmimden bir alıntı yapmak istiyorum: “Aşçı bahçıvana,bahçıvan şoföre, şoför uşağa; sonra hepsi uşağa…”. Bu
cümleyi okurken size yazının ortalarında bahsettiğim dört grubu yerleştirin;
ama uşağın yerine öğrenciyi koyun. Gerisi size kalmış. İşte Türkiye’de
öğrencinin durumu bu. Herkes öğrenciden bekliyor, istiyor, zorluyor; ama
icraata gelince kimse kendini zorlamıyor.
Biz bir iş yaparken, sadece o günü kurtarmaya çalışıyoruz, geleceği hesaba
katarak hiçbir şey yapmıyoruz, tüm sorunlarımızı “Gelecekteki Biz”e
bırakıyoruz. Bu sınav sistemi sadece bugünü kurtarmaya yönelik; ancak kimsenin
gelecekle ilgili bir kaygısı yok. Lise çağında yaşanacak her güzel şeye “Az kaldı bak, sabret. Üniversitede
istediğini yaparsın” deniyor.Bence Türkiye’de tüm çocuklar ölü doğuyor; ama
18 yaşında yeniden diriliyor. Çünkü bu sistem gençlerin, hayatlarını
diledikleri gibi eğlenerek, çocukluklarını yaşayarak geçirmelerini engelliyor.
Bu arada yazının başındaki çocuğu hatırladınız mı? Evet, o maalesef insanlarla
anlaşamayacak, arkadaş bulmakta zorlanacak ve deyimi yerindeyse “ot gelip; ot
gidecek”. Lafın kısası, o arkadaşımız bu kez “HAYAT SINAVINDAN” geçemeyecek.